Sürdürülebilirlik...

Bazı kelimelerin öyle bir ağırlığı vardır ki, tam olarak tarif etmek için ansiklopediler yetmeyebilir. “Sürdürülebilirlik” te böyle bir kelimedir. Öncelikle özünü kavrayalım: hepimiz insanlığın yaşamını devam ettirebilmesi, sürdürebilmesini isteriz; çocuklarımızın, gelecek nesillerin de en azından bizim kadar veya bizden daha iyi bir yaşam sürmelerini diler ve bunun için çabalarız.

Bir şeyi sürdürebilmek için, o şeye gerekli değeri göstererek, bütünlüğünü korumaya çalışırız. Eğer insanoğlu ve insan kültürüne değer veriyorsak, bunların sürdürülebilirliği için çabalamamız gerekir. Eğer bu konuda hem fikir olursak, akla “neyi sürdürmeliyiz?” sorusu gelir. Günümüz küresel sistemi sürdürmek mümkün değildir çünkü kaynakları tüketiyor, doğayı yokediyor ve birçok sosyal problemler üretiyor. Bu nedenle hem fiziksel olarak hem de sosyal olarak sürdürülebilir bir toplum vizyonu oluşturmak gereklidir. Bu toplumun yapısı, insanlığın tüm etnik ve kültürel spektrumu tüm çeşitliliği ile yeralmalı ve ayrıca insanlığın gelişmesi ve değişmesine de izin vermelidir.

Problem şu ki, yaşamlarımızı sürdürebilmemiz için gereken malzemeler ve enerji sınırsız bir kaynaktan gelmiyor. Dünyanın ve doğanın sınırları var. İnsanoğlu olarak seçtiğimiz teknolojik ve toplumsal büyümede izlenen bazı yollar mümkün olmayabilir. Kaynak akışındaki kısıtlamaları göz önüne alarak, sürdürülebilir bir gelecek için daha uygun bir şekilde kullanabilmeliyiz. Mevcutta kısıtlı kaynakların çoğu, insanlığın küçük bir yüzdesinin lüks içinde yaşaması için harcanıyor.

İnsanoğlunun %1’i toplam zenginliğin %40’ını elinde tutarken; insanoğlunun en fakir %50’si ise toplam zenginliğin sadece %1’ine sahip. Dünya nüfusunun yarısı, Birleşmiş Milletler’in tanımladığı fakirlik çizgisinin altında (günde $2 USD altında bir gelirle) yaşıyor. Uzun vadede bu şekilde aşırı zenginlik ve aşırı fakirliğin sürdürülebilmesi sosyal ve etik olarak mümkün değildir.

Sürdürülebilirliğin çevresel, sosyal ve ekonomik boyutları vardır ve bunların hepsinin bir arada sürdürülebilmesi gereklidir.

“Sürdürülebilirliği” bir bütün olarak algılamadığımız ve yaşamadığımız sürece sürdürülebilir bir yola da giremeyiz. Bireyler ve toplum olarak sürdürülebilir yaşama geçmemiz için büyük fedakarlıklar ve değişiklikler yapılması da kaçınılmazdır. Öncelikle insanoğlunun bu yeryüzündeki varlığının ekolojik, sosyal ve psikolojik sınırları olduğunu görmemiz ve kabul etmemiz gerekir. Küresel ekosistemin devamı, dünyanın ve tüm canlıların geleceğinin sorumluğu insanoğlunun omuzlarındadır; işte bu nedenle değişmekten başka seçenek te yoktur. Sürdürülebilir bir dünya için zorunlu maddeler:

  • Sürdürülebilir bir toplumda fiziksel büyüme olmadan, yani materyal ve enerji kullanımında, nüfusta artış olmadan gelişme sağlanabilmelidir.
  • Nüfus belli bir seviyenin altında tutulmalıdır ve bu seviye de büyük ihtimalle, günümüz dünya insan nüfusunun daha altında olmalıdır.
  • İnsan başına düşen enerji ve materyal tüketimi de şu anda endüstrileşmiş ve kuzey ülkelerinin tüketimlerinden daha az olmalıdır.
  • Tüm enerji kaynakları yenilenebilir olmalıdır;
  • Tüm materyaller de geri dönüştürülebilir olmalıdır.
  • Sınırlı kaynaklar kullanıldığı halde; materyalistik olmayan kültürel, sosyal ve bireysel gelişme için de sınırsız potansiyel ve imkanlar sunulmalıdır.

Böyle bir toplum çok zor ve uzakta görünse de hala değişebilme ve kötü gidişatı düzeltebilme şansı varken bu olasılıkları araştırmamız ve bu yönde yol almaya başlamamız çok önemlidir. Endüstri Devrimi Sonrasında, Sürdürülebilirlik Yolunda İlk Adımlar:

1800’lerin başlarında endüstri devrimi ile insanoğlu tarım toplumundan endüstri toplumuna adım atıyordu. Belli bölgelerde fabrikalar yoğunlaşıyor ve fakir halk iş için bu bölgelere akın ediyordu. Fabrikalarda iş koşulları çok zordu, işçiler köle gibi kullanılıyor, neredeyse karın tokluğuna, çok uzun saatler çalıştırılıyordu. Fabrikaların olduğu bölgelerde çevre kirliliği de başgösterdi. Fabrika dumanları havayı solunamaz hale getirdi, fabrika atıkları nehirleri, toprağı kirletir oldu. Endüstri devrimi ile insanoğlunun doğadan kopmaya başlaması ve doğaya büyük zararlar vermeye başlaması, bazı düşünürlerin “insan ve doğa ile ilişkisini” sorgulamalarına neden oldu.

Ralph Waldo Emerson, 1836’da yazdığı Nature (Doğa) adlı kitabında doğayı bir yön belirleyici, ruhu yansıtan bir ayna olarak tanımladı. İnsanın doğa ile ilişkisini 7 dalda tanımladı: hammadde, güzellik, dil, disiplin, idealizm, ruhlar ve umutlar; bunların herbiri bireyin sezgisini ve fikirlerini etkiler. Emerson’un doğal dünya tanımı, arkadaşı Henry David Thoreau’nun fikir ve yaşantısından etkilenmiştir. Thoreau bir göl kenarında, orman içinde ufak bir kulübede yaşamayı seçmiştir ve bu yaşantıdaki doğa gözlemleri özgürlüğün ve bireyselliğin güzelliklerini anlatır. Thoreau’nun anlatımıyla “Ormanda yaşamayı seçtim çünkü bilinçli yaşamak istedim. Hayatın sadece elzem olaylarıyla yüzleşmek ve hayatın bana öğreteceklerini öğrenebilir miyim diye görmek istedim. Öleceğim zaman da aslında hiç yaşamadığımı farketmek istemedim.”

Thoreau ve Emerson’un çalışmaları, doğanın aslında bir öğretmen gibi bizlere dersler verdiği düşüncesinin yayılmasını sağladı. Benzer düşünceleri paylaşan John Muir, ormanlar ve tatlı su gibi doğal kaynakların korunması gerekliliğini belirtti. Vahşi doğanın, doğada yapılan aktivitelerin insan ruh haline pozitif etkilerini anlattı. John Muir’den etkilenen A.B.D. başkanı Theodore Roosevelt, çeşitli doğayı koruma programlarını hayata geçirdi. Muir ve arkadaşları “Sierra Kulübü”nü kurdular. Sierra Kulübü, günümüze kadar gelmiş ve kendini doğanın korunmasına adamış bir topluluktur.

Muir’den sonra 1940’larda Aldo Leopold doğanın sadece bir öğretmen olmadığını ve direkt olarak varlığımızı etkileyen bir ekosistem olduğunu belirtti. Leopold’e göre doğayı korumak, çevreye saygıya dayalı bir ahlaki yaklaşım gerektiriyordu. 1949’da yayınladığı “Toprağın Etiği” başlıklı makalesinde, “Etik, yeni ve karmaşık ekolojik durumları karşılayacak bir kılavuzdur. Sosyal çıkarlar, bireysel çıkarlardan önde gelmelidir. Etik, toplumsal bir içgüdü gibidir.” Bu sözlerden bu yana 60 yıldan fazla geçse de hala sürdürülebilirlik için önemini korumaktadır.

Rachel Carson’un 1962’de yazdığı “Sessiz Bahar” (Silent Spring) kitabı, toplumun her seviyesinde şok etkisi yaptı. Carson kitabında kimyasalların ve böcek ilaçlarının doğadaki canlılar üzerindeki kötü etkilerini anlattı. Kimyasallar balıklar, kuşlar, kurbağalar, insanların vücutlarında birikiyor ve vücudun doğal dengesini bozuyor, bazen de canlıların topluca ölümlerine neden olabiliyordu. Yerel yönetimler ve hükümetler bu tehditleri gözardı edemedi ve ekosistemi koruma için bir dizi önlemler alınmaya başlandı.

Bu ilk liderler sayesinde 4 önemli konu belirginleşti:

  • İnsanoğlu ile doğa arasında önemli ruhsal bir bağ vardır
  • doğadaki tüm canlılar arasında, insanlar dahil olmak üzere, bir biyolojik bağlantı vardır -> tüm canlılar birbirine bağlı olarak yaşamlarını bir dengede sürdürürler
  • İnsanoğlu’nun doğaya kötü etkisi giderek artıyor ve bu durum artık ciddi bir hale geldi
  • Çevre ve doğa eylemciliğinin temelinde “etik” yeralmalıdır.

Sürdürülebilirlik, küresel durumların hızla değişmesi ve zorlaşması ile daha önemli bir hale geliyor:

  • Hayatlarımız süresince dünya nüfusunun 2’ye katlanmasına tanık olan ilk nesil bizleriz
  • Önümüzdeki 30 saat içinde doğacak bebekler, Endonezya depremi ve tsunamisinde ölen 250 bin insanın yerini dolduracak
  • Önümüzdeki 50 yıl içinde mevcut 6.6 milyar insan nüfusuna 3 milyar daha insan eklenecek
  • Bu yüzyılın ortasında, beher birey başına düşecek olan kaynaklar en az yarı yarıya azalacak
  • Endüstri devriminden sonra makineleşme ve günümüzdeki robotlaşma nedeni ile işçilere olan ihtiyaç gittikçe azalıyor. Artan nüfus ta eklenince işsizlik hızla artıyor. Her hafta 1.4 milyon insan iş ve aş umudu ile kırsaldan mega şehirlerin kenar mahallelerine akın ediyor.
  • Dünya insan nüfusunun yarısı, 3 milyar insan günde $2 altında para kazanabiliyor ve açlık sınırında yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor.

Mevcut sosyal sorunların çözümü için daha fazla küresel ticaret ve ekonomik büyümeyi tavsiye eden uzmanlar haklı olsaydı, durum daha kötüye gitmezdi. Son 25 yıl içinde dünya çapında ticaret ve ekonomik büyüme hızla arttı ama fakirle zengin arasındaki fark azalacağına, daha da arttı. Endüstriyel kapitalist sistem küçük bir kitle insanı inanılmaz zengin kılarken, insanların büyük kısmı daha da fakirleşiyor. Çoğu zaman ticari malların değeri insan hayatından daha fazla.

  • Fabrikalar çevreyi kirletiyor
  • doğa yokoluyor
  • denizler kirleniyor
  • hastalıklar artıyor
  • Fabrika, ev ve ulaşım araçlarında yakıt yakarak havaya atılan sera gazları küresel ısınmaya ve iklim değişikliğine neden oluyor
  • Bazı yerlerde aşırı yağışlar, seller, toprak kaymaları oluyor
  • Bazı bölgeler kuraklaşıyor, çölleşiyor
  • Ekosistemler bozuluyor, bazıları yokoluyor ve canlılar ölüyor veya başka bölgelere göç ediyorlar

Artan insan tüketimi doğal kaynakları da tüketiyor:

  • petrol azalıyor
  • ormanlar azalıyor
  • balıklar azalıyor
  • temiz su azalıyor, yeraltı suyu azalıyor
  • Devlerin ve inanılması zor sayıların zamanında yaşıyoruz:
  • Sadece bir günde yeraltından çıkarılan petrol, 85 milyon varildir ve bunun tamamını da bir günde tüketiyoruz.
  • Bir günde 13 milyar kilo kömür yakıyor ve havaya büyük oranlarda zararlı gazlar salıyoruz
  • Geleneksel yaşam alanından göç etmiş ve iş aramak üzere yollara düşmüş, evsiz 100 milyon insan var
  • Tek bir şirket, Wal-Mart, 1.8 milyon kişi çalıştırıyor
  • Exxon-Mobil firmasının 2006 yılı karı 40 milyar dolardır; bu para ile, temiz suya erişimi olmayan 1 milyar insana sürekli kullanabilecekleri temiz su verilebilir.
  • Denizlerdeki büyük balıkların %90’ını tükettik
  • Bill Gates’in 6 dönümlük evinin değeri 100 milyon dolardır.

Şaşırmamak gerek, insanlar böyle büyük rakamlardan bir anlam çıkaramıyor ve birçok bilgiye, olaya kayıtsız kalabiliyorlar. Ancak araştırmacıların ve bilim adamlarının tesbitleri artık tehlike çanlarının çaldığını ve çok geç olmadan mutlaka birşeyler yapmak gerektiğini gösteriyor:

Fosil yakıtlarının kullanımı, havaya salınan sera gazlarının ve özellikle karbondioksit (CO2) oranlarının artmasına neden oldu. 1950′ lerde iklim bilinci Charles Keeling havadaki CO2 oranlarını ölçmeye başlamıştı ve zaman içinde CO2 oranını gösteren grafik oluştu ve buna Keeling eğrisi dendi. Bu grafiğe göre 1950′ lerde milyonda 315 oranındaki CO2, 2000’lerde 370′ e yükselmiştir. Sera gazları bu oranlarda artmaya devam ederse;

  • İklimler daha hızlı değişecek, toprak kayması, sel, kuraklık gibi felaketler daha yaygın görülecektir
  • Kutuplardaki buzullar eriyecek ve deniz seviyesi yükselecek, kıyı şehirler kısmen veya tamamen su altında kalacaktır
  • Ekosistemler etkilenecek, ya değişiklik gösterecek ya da çökerek yokolacaktır.

Örnek olarak, denizlerdeki mercanlar ısı değişikliklerine duyarlıdır ve deniz suyu ısınınca ölürler. Mercan ölümleri o bölgedeki tüm ekosistemin çökmesine yol açar. 2002 yılında mercanlar üzerine araştırmaları olan 17 bilimadamının birlikte hazırladıkları, Science dergisinde yayınlanan makalede, böyle giderse 2030’a gelindiğinde mercanların büyük ölçüde zarar görecekleri ve 2050’ye gelindiğinde ise, en korunan mercanların dahi toptan yokolacağı uyarısı yapıldı. Deniz suyu sıcaklığının 1 oC artması, mercanların %82’sini ağartır. Deniz suyu sıcaklığının 3 oC artması ise tamamen ölmeleri demektir.

Artan sıcaklıklar doğal dengeyi de bozuyor. Doğa gözlemcilerinin ve bilim adamlarının yıllarca tuttukları kayıtlara bakıldığında bbitki, böcek ve hayvanların yaşam alanlarıdeğiştirdiklerini görülüyor. Canlı türlerinin önemli bir kısmı her on yılda bir 6 km kadar kutuplara göç etmeye başladı çünkü mevcut yaşam alanları gittikçe daha da ısınıyor; doğal denge bozuluyor ve zoraki olarak daha serine kaçıyorlar. Aynı şekilde canlı türleri, dağların alt yamaçlarından yükseklere doğru göç ediyor.

Karides benzeri olan kriller, kutuplardaki yaşam için hayati derecede önemlidir. Penguenler, foklar, balinalar bu krillerle beslenir. 1976’dan sonraki 10 yıl içinde %40 düşüş meydana geldi. Bu da krille beslenen diğer canlıların azalmasına neden oluyor. Krill’ in yerini salp adı verilen bir tür ufak deniz anası alıyor. Bu deniz analarının ise besin değeri yok, diğer canlılara faydası da yok! 30 yıl öncesine göre penguenlerin sayısında ise %50 azalma var.

İtalyan çevre uzmanları, Akdeniz’de su sıcaklığının 27 dereceye çıktığını ve son 3000 yılın en yüksek düzeyine ulaştığını açıkladı. Bu sıcaklığın tehlike sınırında olduğunu ifade eden uzmanlar, bazı canlıların bu ortamda hayatta kalamadıklarına dikkat çektiler.

Kutba yakın bölgelerde buzullar eriyor. Önceden karla kaplı tundralar yeşermeye başlıyor. Ormanlar tundralara gelecek ve çoğalacak. Beyaz kar örtüsüyle kaplı geniş alanlar güneş ışınlarını yansıtır. Kar kalkınca koyu renkli bitki ve ormanlar güneş ışınlarını yansıtmayacak ve küresel ısınmayı daha da arttıracak.

Grönland adası tamamen buzullarla kaplıdır. 2002 yılında Kuzey kutbu buzulları ve Grönland buzullarının 1.000.000 km2 alanı yokoldu. Bu şimdiye kadar kaydedilmiş en büyük küçülme oldu. 2004 yılında yapılan araştırmalar, Grönland buzullarının önceki düşünülenden 10 kat daha hızlı eridiğini gösterdi.

Mevcut durumun sürdürülebilir olmadığı ve insanlık olarak hızla bir felakete doğru sürüklendiğimizi gösteren çok veri var. Bu sitenin bir amacı da bu verileri herkese duyurmak ve bilinçlendirmektir.